13 Ocak 2018 Cumartesi

JOSE SARAMAGO – KÖRLÜK

MERHABALAR,

Yazarın adını birkaç yıl önce Elif Şafak’ın Ustam ve Ben kitabı ile ilgili tartışmalarda duymuştum. Ustam ve Ben’in Jose Saramago’nun Fil’in Yolculuğu’ndan esinlenildiği iddia ediliyordu. O zamandan beri yazar aklımda olmasına rağmen okumaya ancak fırsat bulabildim. Ve açıkçası çok sey kaçırdığımı düşündüm. Yazarın okuduğum ilk kitabı ile karşınızdayım. 

Kitaba başlarken….
“Bakabiliyorsan, gör. Görebiliyorsan, fark et.”
Nasihatler Kitabı


ARKA KAPAK

Adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir kentinde, arabasının direksiyonunda trafik ışığının yeşile dönmesini bekleyen bir adam ansızın kör olur. Ancak karanlıklara değil, bembeyaz bir boşluğa gömülür. Arkasından, körlük salgını bütün kente, hatta bütün ülkeye yayılır. Ne yönetim kalır ülkede, ne de düzen; bütün körler karantinaya alınır. Hayal bile edilemeyecek bir kaos, pislik, açlık ve zorbalık hüküm sürmektedir artık. Yaşam durmuştur, insanların tek çabası, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaktır. Roman, kentteki akıl hastanesinde karantinaya alınan, oradan kurtulunca da birbirinden ayrılmayan, biri çocuk yedi kişiye odaklanır. Aralarında, bütün kentte gözleri gören tek kişi olan ve gruptakilere rehberlik eden bir kadın da vardır. Bu yedi kişi, cehenneme dönen bu kentte, hayatta kalabilmek için inanılmaz bir mücadele verir. Saramago’nun müthiş bir gözlem gücüyle betimlediği bu kaotik dünya, insanın karanlık yüzünün simgesi.

“gerçekten de hepimizin üzerimizde ikinci bir ten gibi taşıdığımız ve bencillik dediğimiz şeyden yoksun ilk kişi henüz anasından doğmamıştı, bu ikinci ten, en ufak vesileyle kanayan birincisinden daha kalındır.”

Körlük, ürkütücü bir roman, beklenmedik bir felaketi yaşayan bir toplumun nasıl çöktüğünün, nasıl bencilleştiğinin ve değer yargılarını yitirdiğinin hikayesi.
Konusunun ürkütücülüğüne rağmen olağanüstü bir şiirsellikle anlatılmış bu unutulmaz roman, usta yazarın belki de en etkileyici yapıtı.


ÖZET
Kitabımız bilinmeyen bir ülkenin bilinmeyen bir şehrinde geçmektedir. Kırmızı ışıkta bekleyen araçlardan biri ışık yeşile döndüğünde hareket etmez. Arabanın içindeki adam beklenmedik bir anda kör olur. Ancak bu körlük; alışılmışın dışında karanlık değil, beyaz ışıktır.
 “Eskiler ne demiş, körler ülkesinde tek gözlüler kral olur,”(106)
Bu zor durumda kör olan adama orada bulunan bir adam yardım eder. Kör adamı evine kadar götürür. Ancak yardımcı olan adamın aslında niyeti kör adamın arabasını çalmaktır. Kör adamın karısı eve gelip de; durumu öğrenince kocasını göz doktoruna götürmek isteyince arabalarının çalındığını fark ederler. Çok geçmeden kırmızı ışıkta bekleyen ilk körün ardından “körlük” salgın halini almaya başlar.
“yalnızca ölmesi gereken ölür, ölüm haber vermeden seçimini yapar.”

İlk körü muayene eden doktor, doktorun muayene ettiği koyu renk gözlüklü genç kız, gözleri şaşı bir çocuk… derken salgın hükumeti korkutur. Körlük inanılmaz bir hızla yayılırken , ülke ve toplum çaresizce seyretmektedir. İnsanların görmelerine engel olacak yapısal bir bozukluk da söz konusu değildir. Sayıları artan körlerin geçmişte akıl hastanesi olarak kullanılan bir binada karantinaya alınmalarına karar verilir. Körler evlerinden bir bir toplanmaya başlar. Henüz kör olmayan doktorun karısı da kör olduğunu söyleyerek kocasıyla kalmayı başarır.  Karantina bölgesinde askeri bir sıkı yönetim söz konusudur. Dışarı çıkmaya teşebbüs edenler öldürülecektir. Ölenlerin ölüleri dahi dışarı çıkamayacaktır. Karantina kuralları her gün askeri anons ile hatırlatılır. Ancak alınan önlemler salgının yayılmasına engel olmaz. Git gide kaotik ve şiddet dolu bir dünya var olmaya başlar.
 
 “Hepimizin zayıf anları olur ve ağlama yeteneğimizin olması bizim için şanstır, gözyaşları bizi çoğu kez huzura kavuşturur, ağlayamadığımız bazı durumlarda ölecek gibi oluruz.” (104)

Körlük hastalığına yakalananların sayısı arttıkça, karantina bölgesinin nüfusu artar. İnsanlar açlık ve pislik içinde yaşam savaşı vermeye başlarlar. Doktorun karısı gördüğünü gizleyerek kocasına ve aynı koğuşta kaldıkları körlere yardımcı olmaya çalışır. Kalabalığın artması yeni güç dengeleri ve kamplaşmaları da beraberinde getirir. İçeride çeteler kendi hükümdarlıklarını ilan etmeye çalışmakta ve zulüm ederek diğer körleri sömürmek istemektedir. Açlık, pislik, tecavüz kaçınılmaz hal alır. Güçlü olan çeteler ele geçirdikleri yiyecekler karşılığında haraç isterler. Haraçlar bitince diğer koğuşlardaki kadınlara tecavüz ederler. Doktorun karısının bulunduğu koğuş da kendilerine yapılan zulümlerden paylarını alırlar. Çetelerin ellerinde ateşli bir silah olması diğerlerini itaate zorlar. Zaman geçtikçe çetelerin baskısı ve istekleri artar. Doktorun karısı bir kargaşada çete liderini makas ile öldürür.
“…zamana zaman tanırsanız her şeyi çözümler” (243)

Çok geçmeden karantina bölgesinde büyük bir yangın çıkar. Bu yangın dışarı çıkmanın yasak olduğu hastaneden çıkış biletidir. Dışarıda kör olmayan tek bir insan kalmamıştır. Dışarıda da yaşam son derece zordur. Yiyecek bulmak gittikçe zorlaşmıştır. Doktorun karısı sayesinde beraberindeki altı kişi de hayatta kalmayı başarır. Doktorun karısı ve beraberindeki altı kişi doktorun evine ulaşmayı başarırlar. Çok geçmeden ülkeyi etkisi altına alan körlük salgını son bulur. 

KİTAPTAN NOTLAR

Yazarın okuduğum ilk eseri “KÖRLÜK” eserde salgınla değişen kaotik, güçlünün ayakta kaldığı, hayatta kalmak için her şeyin mübah olduğu bir dünya anlatılıyor. Bu “beyaz körlük”ten nasibini almayan tek insan ise; “Doktorun Karısı”.  Zannediyorum; Saramago günümüz insanının içinde bulunduğu duyarsızlık ve bencilliği “beyaz körlük” ile imgelemiş. Kitap boyunca kadının yarın acaba görmeye devam edecek miyim soruları ile okuyucu olarak benim neden “Doktorun Karısı kör olmadı?” soruları beni çokça meşgul etti. Kitabın sonunda Doktorun Karısı kör olmadığı gibi, benim de sorum cevap bulmadı maalesef. 

Kitabın anlatımı benim şahsım adıma ilk defa karşılaştığım türden. Öncelikle paragraf yok, romanlarda alışık olduğumuz konuşma çizgileri ve pek çok noktalama işareti yok, noktayla biten cümleler nadir ve hep virgülle bitirmiş. Bu durum karşılıklı diyalog kısımlarında kimin konuştuğunu kime ne söylediğini anlamak bakımından dikkat gerektiriyor. Buna uzun paragraflar da eklenince daha fazla özen ve dikkat istiyor kitabımız.
Yazar karakterlere isim de vermemiş. Onlara romandaki rollerine uygun isimler vermiş. Doktor, Doktorun karısı, Koyu renk gözlüklü kız, İlk kör olan adam, Gözyaşı Yalayan Köpek…. vb. Bu ismlendirmler bile yazarı farklı kılmış bence. Bir de Doktor ve karısının koğuşunda kalanlar özenli bir biçimde seçilmiş. Yaşlıdan çocuğa toplumun her kesiminden birileri rol almış.
Kitapta genel olarak etkileyivi ve çarpıcı sahnelere sahip olmakla birlikte beni en çok etkileyen sahneler kadınların yağmurda yıkandığı sahne ile Doktorun Karısının kilisede yaşadığı sahne kitapta ayrıca güzeldi. Kilisedeki sahnede anlatılmak istenen duyguyu çok merak ettim doğrusu.
Ayrıca kitap bu kadar felaketten sonra bile insanın asla vazgeçemediği şeylerin yemek yeme, dışkılama ve cinsellik gerekliliği olduğunu çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Sanki yazar içimizdeki hayvanı vurgulamak adına bu kısımları daha da şiddet ile yoğurmuş sanki. Bu kısımlar bana “SİNEKLERİN TANRISI”nı hatırlattı sanki.
Kitap boyunca aklımda kalan soru işaretlerinden biri yangını Doktorun karısının mı çıkardığı oldu. Sanırım yangının çıktığı kısmı bir daha okumalıyım.

“Nasıl ki cübbe giymekle keşiş olunmuyorsa, eline asa almakla da kral olunmaz, bu asla unutulmaması gereken bir gerçektir. (213)


“Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler.” (330)
Bir de karantinada olanları ve yapılan eziyetleri gören doktorun karısı körlük salgınından sonra aynı kişilerle karşılaşsa nasıl bir diyalog yaşardı diye düşünmeden edemedim. Netice olarak beni sarsan; sorgulatan ve günlerce aklımdan çıkmayan bir kitap oldu. Sırada “GÖRMEK” var. Acaba “GÖRMEK”de aynı etkiyi yapacak mı diye merak ediyorum. Belki soruların cevabı“GÖRMEK”de vardır.

Bu arada kitap ayracı da bir arkadaşım için hazırlandı. Okuduğum kitap ile aynı döneme gelince uyumları güzel oldu. Kitap ayracı ve takı siparişlerini İnstagram üzerinden almaktayım. İlgilenenleri İNSTAGRAM adresime beklemekteyim. 

"GÖRMEK" ile görüşmek üzere...
 SEVGİLER... 

İLK GÖRSEL ALINTIDIR... 

2 Ocak 2018 Salı

CHARLOTTE BRONTË - JANE EYRE

MERHABALAR,

Bir önceki yazımda Emily BRONTË'nin Uğultulu Tepeler'ini paylaşmıştım. Ardından eleştirmenler tarafından sürekli kıyaslanan kiminin Uğultulu Tepeler'i kiminin Jane Eyre'yi en iyi ilan ettiği bir kıyaslamanın içinde buldum kendimi. Jane Eyre yine İngilizce öğrenmeye başladığım yıllarda bölümlerini okuduğum kitaplardan. Klasik okumalarım için uygun bir roman oldu kendileri... 

ARKA KAPAK

“Ben kuş değilim ve hiçbir ağ beni tuzağa düşüremez. Özgür iradesi olan bağımsız bir bireyim ve şu an bunu sizden ayrılmak yönünde kullanıyorum”
“On yaşında öksüz kalan Jane Eyre, ona kötü davranan yengesinin evinde yaşamaktadır. Dayısının isteği üzerine, yengesiyle yaşayan Jane, kuzenleri tarafından da zorbalığa uğramaktadır. Yengesi Bayan Reed en sonunda çareyi Jane’i yatılı okula yollamakta bulur. Yatılı okulda da zor zamanlar geçirmeye devam eder. Sonunda orada öğretmen olarak çalışmaya başlayan Jane kendini okulda sıkışmış hissettiğinden hayatına farklı bir yerde devam etmek ister ve verdiği bir mürebbiyelik ilanına cevap gelince, Bay Rochester’ın malikânesinde çalışmaya başlar. Çok geçmeden oradaki hayatına alışan Jane, malikânenin gizemli efendisine âşık olur ama hayat ona beklemediği zorluklar çıkarmaya devam edecektir. Charlotte Brontë’nin güçlü ve kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen kahramanı Jane Eyre’ın bu klasik hikâyesi, gerek kasvetli havası gerek erkeklerin egemen olduğu bir dünyada kadın olmanın zorluklarını betimlemekte İngiliz edebiyatının en önemli romanlarından biridir.


ÖZET
Jane Eyre, küçük yaşlarda annesi ile Peder olan babasını kaybetmiştir ve dayısının yanına sığınmıştır. Dayısı ölüm döşeğinde; yanına sığınan yeğeni Jane Eyre’yi karısı Bayan Reed’e emanet etmiştir. Yengesi de ölen kocasına söz verdiği için istemese de çelimsiz ve çirkin kıza; Jane’ye bakmaya başlamıştır. Ancak dayısının başka çocukları da vardır.  Evin çocukları olan John, Eliza, Georgiana  evlerine sonradan gelen bu küçük çirkin ve çelimsiz  kızdan hiç hoşlanmamaktadır. 

Yengesi Bayan Reed ve çocukları John, Eliza, Georgiana, Jane’ye bu evde istenmediğini her fırsatta hatırlatır ve hayatı Jane için ellerinden geldiğince zorlaştırırlar. Fakir ve istenmeyen bir akrabadan ötesi olmadığını ve onlarla yaşıyor olduğu için kendilerine minnet etmesini bekler haksız yere eziyet ederler. Jane, tüm bunlardan sadece kitaplara sığınarak kaçabilmektedir. Jane bu aşağılanmalara ve mecburiyete katlanmak zorundadır. Jane, John’un davranışları ve iftiraları üzerine sessizliğini koruyamayarak isyan eder ve cezalandırılarak, dayısının hayatını kaybettiği kırmızı odaya hapsedilir. Korkudan kâbuslar görür yalvarıp yakarsa da kimse ona yardım etmez. Bunun üzerine hastalanır. Bu olayın ardından yengesi ondan kurtulmanın zamanının geldiğini düşünür ve Lowood Yatılı Kız Okuluna yazdırır.

- “Kötüler öldükten sonra nereye gider biliyor musun?
- Cehenneme giderler.
- Peki cehennem nasıl bir yer? Biliyor musun?
- Alev alev yanan bir çukur.
- O çukura düşüp sonsuza dek yanmak ister misin?
- Hayır efendim.
- Bunun olmaması için ne yapman gerek?
- Sağlığıma dikkat edip ölmemem.” ( S.42, Jane Eyre ile Bay Brocklehurst’un konuşmasından)


Jane, daha 10 yaşındayken uzunca yıllarını geçirecek olduğu bu okula adım atar. Okul bütün ihtiyaçları koruyucu aileler tarafından karşılanmaktadır. Disiplin oldukça ağırdır. Bunun yanında öğrenciler ne yeterince beslenebilmekte ne de ısınabilmektedirler. Jane, 18’li yaşlarındayken okulda tifüs humması salgını boy gösterir. Aynı günlerde en yakın arkadaşı ve can yoldaşı Helen de vereme yenik düşer. Çocuklara iyilikle sahip çıkmaya çalışan, zaman zaman da bu yüzden okulun koruyucuları ile ters düşen okulun müdiresi Bayan Temple da evlenerek okuldan ayrılır. Öğrenim hayatından sonraki iki yılını aynı okulda öğretmenlik yaparak geçiren Jane daha sonra okuldan ayrılma kararı alır. Bunun üzerine mürebbiyelik yapmak üzere gazeteye ilan verir. İlana bir tek cevap gelir.
İlk kez tattığım intikam duygusu aromalı bir şarap gibiydi. İlk yudumda boğazı hafifçe yakan hoş bir tadı vardı ama sonrasında ağzımda bıraktığı madeni, paslı tat sanki zehir içmişim gibi bir duygu veriyordu. (S. 49)

Bayan Fairfax, belirtilen tarihte bildirilen vasıflara sahipse yazılı adrese gitmesini talep eder. Mürebbiyelikten okulda kazandığından daha fazlasını kazanacağını söyleyerek okuldan ayrılır. Jane, Thornfield Konağı’na varır ve eğitim vereceği 7 – 8 yaşlarında ki Adela ile tanışır. Adela evin beyinin himayesindeki küçük bir kızdır. Annesi Fransız bir sahne sanatçısıdır ve ölmüştür. Jane küçük öğrencisine çabucak alışır. 

Jane’nin , kırlarda gezintiye çıktığı bir gün, Avrupa gezisinden dönmekte olan evin beyi Bay Roshester ile tesadüf eseri karşılaşır. Evin beyi attan düşerek küçük bir kaza geçirir. Jane ona yardım eder. Evin beyi olduğunu bilmeden sohbet ederler. Zaman içinde evin gizemli beyi, Rochester’e karşı Jane’nin duyguları zamanla değişmeye başlar fakat tüm duygularını içinde saklamayı tercih eder.
“Madem engel olamıyorsun, dayanmak zorundasın. Kaderin olan bir şeye dayanamam demek zayıflık ve aptallık.” (S. 74)
Jane’nin mürebbiyeliğe devam ettiği günlerde Bay Rochester, konağa misafirlerini, yakın dostlarını birkaç haftalığına yatıya davet eder. Misafirler gelmeden önce konakta hummalı bir hazırlık sürer. Konak çalışanları arasında, Bay Rochester ile davetlilerden güzelliği ile meşhur Blanche Ingram’ın evleneceği dedikodusu dolaşır. Dedikodular Jane’nin de kulağına gelir.
Bu sırada yengesinin uşağı konağa gelerek yengesinin ölmek üzere olduğunu ve Jane’yi görmek istediğini bildirir. Oğlu John’un kumar borçları yüzünden sarsılan yengesi, oğlunun intihar ederek ölümü üzerine felç geçirmiştir ve yataktan çıkamamaktadır.  

 Jane, Bay Rochester’dan izin alarak yengesine gider. Ölüm döşeğindeki yengesi, Jane’ye bir mektup verir. Mektup bundan üç yıl önce zengin bir tüccar olan amcası John Eyre tarafından gönderilmiştir. Mektupta Jane’yi görmek istediğini ve mirasını ona bırakmak istediği yazmaktadır. Yengesi, Jane’ye olan nefretinden dolayı mektubu Jane’den bunca zaman saklamıştır. Jane, herşeye rağmen yengesini affeder. Yengesi yaşama gözlerini yumduğunda Jane konağa geri döner.
“Nefreti yok eden şiddet değildir; nasıl ki yaraları iyileştirmenin yolu öç almak değilse.” (S. 77)

Rochester, Jane’ye evlenmek istediğinden bahseder. Jane, aldığı bu haber ile yıkılır duygularını Rochester’e belli eder. Bay Rochester’a evlenmesi durumunda Adela’nın yatılı okula gitmesinin, kendisinin de yeni bir iş araması gerektiğini söyler. Rochester, Jane’ye itirafta bulunması için oyun oynadığını ve Jane’den etkilenmekte olduğunu ve onunla evlenmek istediğini söyler. Nihayet Jane duygularına karşılık bulmuştur. 


Düğün hazırlıklarını tamamlayan çift, tam kilisede nikâh esnasındayken, içeriye daha önce de Bay Rochester’ı ziyaret etmiş olan bir adam Rochester’in evlenmesinin mümkün olmadığını çünkü halen kız kardeşi ile olan evliliğinin devam ettiğini söyler.
Herkesin çok iyi bildiği gibi, gübrelenmemiş sürülmemiş toprak gibi olan cahil kalplerden önyargıyı söküp atmak çok zordur. Önyargılar kayaların arasındaki otlar gibi sımsıkı yapışır bu kalplere. (S. 475)

Genç adamın açıklaması üzerine Jane için evdeki pek çok gizem aydınlanmış olur. Bay Rochester akli dengesi yerinde olmayan eşini bakıcısının gözetimi altında çatı katında kilitli tuttuğunu söyler. Olayın doğruluğunu öğrenen Jane, evi terk eder.
DEVAMI ROMANIMIZDA... 

KİTAPTAN NOTLAR

Öncelikle kitabın fiziki görüntüsü ile başlamak istiyorum. Kitap Yabancı Yayınları tarafından 2017 yılında ilk defa ve ciltli olarak basılmış. Ciltli kapağın üstünde bir de kuşe kâğıt kapak bulunmakta. Kitabın her iki kapağı da son derece şık hazırlanmış. Doğrusu hemen dikkatimi çekti. Daha önce herhangi bir yayınını okumadığım için yayın evi ile ilgili tereddütler yaşasam da estetik açıdan güzel bir kitaptı. Ancak Uğultulu Tepeler’in aksine birkaç dizgi hatasına ve imla hatasına rastladım. Bunun yanında iç kapak da dış kapak ile aynı renkte güzel hazırlanmış. Kullanılan kâğıt ve yazı karakteri de beni yormadı doğrusu.
Gelelim romanımızın içeriğine; Kadın yazarlar Viktorya dönemi İngilteresi’nde ciddiye alınmadığı için yazar, eseri bir erkek ismi olan “Currer Bell” adıyla yayımlamıştır. Kardeşinin ölümünden sonra ablası kitabı kız kardeşinin adıyla basmıştır. (Wikipedia'dan)


Kitabımız Viktorya Dönemi İngilteresinde farklı sınıftan iki kişi arasındaki bir aşkı anlatan roman, toplumda yaşanan dini baskıyı, sınıf ayrımını ve erkek üstünlüğünü gerçekçi bir biçimde yansıtır. Romanın ana karakteri, zorlu bir çocukluk geçirdikten sonra öğretmen olan ve toplumda kadına yakıştırılan edilgin rolü oynamayı reddeden Jane Eyre'dir. Karakterin hikâyesi, birinci tekil şahıstan anlatılmaktadır. 
Kadın özgürlüğü ve haklarına sahip çıkan feminist duyguların ön plana çıktığı ilk romanlardan biri olarak kabul edilen eser romantizm akımının en önemli örneklerinden kabul edilir. Jane Eyre kendisine yardım edecek kimse olmadığından kendi işini kendi gören, ayakları üzerinde duran sağlam karakterli ve kararlı bir genç kızdır. Bu da onu o dönem kadınları için hatta günümüz kadınları için bile; iyi bir rol model yapmaktadır bence. 

Yazarın romanı kendi hayatından esinlenerek kaleme alındığı söylenmektedir. Kitaptaki kız okulu, yazarın ablalarıyla birlikte öğrenim gördüğü Cowan Bridge’deki rahip kızları için açılmış okuldan esinlenir. Romandaki Jane Eyre’nin arkadaşını Helen’in veremden ölümünde ise; Charlotte Bronte’nin doğrudan ablası Maria’nın ölüm anını aktardığı söylenir. Bu ifadeyi yazarın romanda olayları aktarırken sunduğu gerçeklik yansıtıyor bence de. Küçük kızın ölüm ve ölüm karşısındaki tevekkülü okuyucuya çok iyi geçiyor. Yazarın bu konuda başarılı olduğunu düşünmekteyim. Bu şekliyle fazlaca da Çalıkuşu romanının Feride'sine de benzemektedir bana göre. Acaba Reşat Nuri bu romanı okumuş mudur? Öksüz ve yetim Feride'nin okuduğu yatılı okul, Kamran'ın hayatında başka bir kadın olduğunu öğrenip kendini yollara vurması, Munise'nin ölümü... İki romanı birbirine çok benzer hale getirmiş. 


Romandaki diğer kadın karakterlerle karşılaştırıldığında Jane Eyre; güçlü, dik başlı, kendi ayakları üzerinde duran tarafları öne çıkmakta. Romanda dönemin kırılgan, güçsüz, silik, kimliksiz ve birbirinin benzeri diğer kadın karakterleri ile kıyaslandığında farklılığı ortaya çıkmakta. Özellikle dış görünüş olarak silik pek de güzel olmadığı sıklıkla belirtilmesi de onun karakterini daha da ön plana çıkarıyor. Bence Bay Rochester’i de etkileyen onun bu boyun eğmez, güçlü karakteri. Bir de yazarın yaşadığı kasabadan çıkmamış genç yaşta ölmüş olduğunu göz önünde bulundurursak; yazarın kaleminin gücü daha da belirgin olmakta.


Yeni kitaplarla görüşmek üzere...

SEVGİLER... 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...